Meviza

Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Hayatı

Bâzü’l Eşheb

Nefsi emmare ateşini himmet ve sohbetleriyle söndüren, aşk ve murakabe yolunun sultanı Gavsu’l Azam Abdülkadir Geylânî Hazretleri; insanlara ve cinlere yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle “Gavsü’s Sakaleyn”, karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzü'l Eşheb” (avını kaçırmayan şahin), ilminden dolayı “Sultanü’l Ulema” (bütün âlimlerin sultanı) unvanlarıyla anılmıştır.


Hem seyyid, hem şerif olan Gavsu’l Azam Hazretlerinin nesebi babası yoluyla Hazreti Hasan’a (radıyallâhu anh), annesi yoluyla Hazreti Hüseyin’e (radıyallâhu anh) ulaşmaktadır.

Sultan, 1077 yılında (Hicri 470) Büyük Selçuklu Devleti döneminde, günümüz İran’ının Hazar Denizi güneybatısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde üstün vasıflara, seçkin özelliklere sahip bir fıtratla Ramazanı Şerif ayında dünyaya geldi.

Zâhid ve hâl sahibi olan babası Ebu Salih Musa Cengidost, o gün rüya âleminde, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Ebu Salih! Allah Teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. O’nun derecesi ve şanı çok üstün ve yüksek olacak” hitabıyla müjdelendi.Kerametini daha beşikteyken gösteren Aşkın ve Sabrın Sultanı, feraset sahibi annesi Ebu Abdullah es Savmai kızı Ümmü’l Hayr Emetü’l Cebbar Fatıma’nın kucağında imsak ile iftar vakti arasında süt emmemiştir.

Babasını erken yaşta kaybeden Abdülkadir Geylânî Hazretleri, annesi ve ahlâkî faziletleri yüksek olan dedesi Savmai’nin terbiyesiyle büyüdü. Allah Teâlâ'nın lütfu, Resulullah Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) duasıyla, çocukluğunu ilâhî kudret ve azamet tecellilerini idrak ederek geçirdi. Sadık rüyalar gibi tecelli eden manevi işaretlere ve ilhamlara mazhar oldu.

İlmi ve irfani bir ortamda büyümesine rağmen bununla yetinmeyen, selim bir kalp, marifetullah ve muhabbetullahtan hisse alacak bir seviyeye gelebilme niyetiyle yanıp tutuşan Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri on sekiz yaşlarında Bağdat medreselerinde tahsil görmek için, ahlâki ve manevi istidadının farkında olan çevresindeki salih zatların da teşvikiyle, annesinin izin ve duasını alarak, Bağdat’a doğru yola çıkar.

Hamedan’ı geçtikten bir süre sonra kırk, altmış kadar eşkıya kafilenin önünü keserek, kervanı soyar. Üzerinde para olup olmadığını soran eşkıyalara 40 altını olduğunu bizzat söyler. Bu sözü karşısında şaşkına dönen eşkıyalar, kendileriyle alay ettiğini düşünerek onu reislerinin yanına getirirler. Reislerinin huzurunda, üzerinde olduğunu söylediği 40 altını, elbisesinin koltuğunun altından sökülüp çıkarılınca, hepsi onun doğruluğu karşısında utançla ürperirler.

Aziz ve Celil olan Allah’ın “Yoksa, insanlar; inandık demeleriyle bırakılıverileceklerini ve kendilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar.” (Ankebut Sûresi, 2) ayeti kerimesinde buyurduğu gibi, yola çıkarken annesine verdiği sözüyle ve Rabbine karşı olan ahdiyle sınanmış, sözünden dönmemiştir.

Doğruluk, avucunda bir kor olsa dahi yalana hayatı boyunca başvurmayan Gavsu’l Azam, bu üstün vasfı ve Allah’ın yardımıyla eşkıyaların tamamını gafletten uyandırıp tevbe ve hidayetlerine vesile olmuştur.

Bağdat’a vardığında dönemin en iyi medreselerinde eğitim alır. Aynı zamanda Şeyh Debbas’ın (kuddise sırruhû) rehberliğinde seyr u sülûka başlar. Şeyhinin vefatından sonra Ebu Said Muharrimî (kuddise sırruhû) ile yoluna devam eder. Unutulmaya yüz tuttuğu için Hanbeli mezhebine girer. İlimde derinleştiğinde, hocası Ebu Said kendisine Babü'l Ferec'de bir medrese tahsis ederek, burada tefsir, hadis, kıraat, fıkıh ve nahiv dersleri vermesini sağlar.

Hikmet, ancak tezkiye olmuş bir kalpte tecelli eder. Allah’ın zikrinden, tefekkür ve murakabesinden bir an bile uzak kalmayan Abdülkadir Geylânî Hazretleri ibadet ve riyazetle geçen tam yirmi beş yıl sonra, Ebu Said Muharrimî’nin (Mahzumi) elleriyle şeyhlik hırkasını giyer. Şeyh Muharrimî’nin (kuddise sırruhû) vefatından sonra medrese ve dergâh hizmetlerinin başında bulunan Abdülkadir Geylânî Hazretleri, ömrünün sonuna kadar irşad ile meşgul olur.

Hayatımda sahip olduğum en güzel isteğim, “hayatı olmayan bir ölüm ve ölümü olmayan bir hayat”tır diyen Bazü’l Eşheb Abdülkadir Geylânî Hazretleri, nefsinin kıyametini kopartıp, “Bugün mülk kimindir? Vâhid, Kahhâr olan Allah’ındır.” (Mümin Sûresi, 16) ayeti celilesinin azametiyle “hayatı olmayan bir ölüm” ile müşerref olmuş ve “ölümü olmayan bir hayat” ile hilafet tacını giymiştir.

Aşkın ve Sabrın Sultanı, güçlü bir münazara yeteneğine sahipti. Nasihatleriyle ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle, ölü olan kalpleri diriltmiş; aşkıyla şevkiyle, kalbi tecellileriyle huzuruna gelen, sohbetlerine katılan Putperest, Mecusî, Şaman, Budist, Musevi, Hristiyan ve nice Müslüman olmayanları İslam diniyle şereflendirmiştir. Yaşadığı dönemin cumhur uleması tarafından “dini ihya eden, dinin dirilticisi” anlamına gelen “Muhyiddin” ismiyle anılmıştır.

Abdülkadir Geylânî Hazretleri, yüksek ahlâk sahibi, eşi benzeri olmayan bir gönül aslanıydı. İnsanlar ona kolayca ülfet ederdi. Ömrünü ve bütün varlığını İslam’ın muhafazası için gönülleri eğiterek, bidat ve şirke karşı savaşarak geçirmiştir. Lakin insanlardaki genel temayül üzere; hikmetinden ziyade kerametlerinin olağanüstülüğü ön plana çıkarılmış; yolu, izi, fikri düşünceleri, vasıfları ve öğretileri maalesef hakkıyla anlaşılamamıştır. Vaazlarının tamamı tevhid üzerinedir. İkaz, irşad ve nasihatleri, dinin hakikati olan bu sırra ulaşmanın reçetesini vermektedir.

Dinin nihai hedefi tevhiddir, Hz. Adem’den (aleyhisselam), Resulullah Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar tüm peygamberler, dilde hafif manada sonsuz olan tevhidi tebliğ etmek için vazifelendirilmişlerdir. Bu öyle önemli bir bahistir ki, insandaki sırrın açığa çıktığı, şeytanın ayağının kaydığı yerdir. Ve, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim” sırrına maliktir.

Tevhid, Hakk Teâlâ’nın varlığının, birliğinin, kudretinin, azametinin şuur ve idrakine vararak, O’ndan başkasına el açmadan, kimsenin huzurunda eğilip bükülmeden, bizzat hayatın içinde her sosyal alanda ibadet haline dönüştürülmesi gereken bir hakikattir. Tevhidi sadece “Allah vardır” gibi bir mana ile sınırlandırmak, Allah’ı hakkıyla birleyememektir. Gönüller Sultanı Abdülkadir Geylânî Hazretleri bu gerçeği bize, “Hikmetin tamamı tevhiddir. Tevhidin ruhaniyeti, kudret ve azamet tecellileri gönlüne aksetmiyorsa, hayatın içinde yaşadığın her an hikmet ve lutufları görmüyor, kalbinde bir semeresi olmuyorsa bu sözün sana bir faydası yoktur, iddian ancak kuru bir lafızdan ibarettir” sözleriyle ifade etmiştir.

Ömrünü, insanları Allah’a ve Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) davetle kalpleri ihya ederek geçiren Gönüller Sultanı Abdülkadir Geylânî Hazretleri, 1166 yılında (Hicri 561) Bağdat’ta vefat etti. Allah’ın izni, rızası, iradesi, inayeti, rahmeti ve kudretiyle günümüze kadar hayra kılavuzluk yapma adına tasarrufları halen devam etmektedir. Biiznillah kıyamete kadar da devam edecektir.

Aziz ve Celil olan Allah, ümmeti Muhammedi birlik eylesin. Küfürden, fısktan, cehaletten, faydasız ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten, haramdan, iftiradan, nifak ve ayrılıktan muhafaza eylesin. Kalplerimizi haset ve kıskançlıktan, amelimizi riyadan, dilimizi gıybet ve yalandan, gözümüzü hıyanetten temizlesin. Vatanımızı, milletimizi, namusumuzu korusun. Sarsılmaz bir iman, güzel ahlak, âfiyet ve sağlık ihsan buyursun.

Rahman olan Allah, bu fena âleminden hakiki yurt olan beka âlemine göçen bütün Müslümanları rahmetiyle kuşatsın. Mahşer gününde cümlemize Livaü’l Hamd Sancağı altında toplanmayı nasip etsin.

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem), onun âl ve ashabının üzerine olsun. (Âmîn)

Haydar Temizel